Bir gün Çankaya yöresinde bir köylü evine gitmiştik. Evde ihtiyar bir köylü karısı ile oturuyordu. Bize ikram edilen kahveleri içerken ATATÜ...
20 Temmuz 1936: Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazların egemenliğinin Türkiye’ye geçmesi hükmüyle imzalanmıştır...
20 Temmuz 1936: Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Boğazların egemenliğinin Türkiye’ye geçmesi hükmüyle imzalanmıştır... Lozan Konferansı’nda ...
6.yy'da Magna Graecian'da, Kroton kolonisinin bir üyesi olan Milo, antik Yunanistan'ın en önemli atletizm festivallerinde e...
Calicut Kralı Zamorin, Avrupa'dan gelen bu "dostça" ziyarete müthiş bir ilgi gösterdi. Hediyeler arasında şapka, pelerin, petek petek bal, pirinç kutu falan vardı ama gümüş veya altın bulunmuyordu. Bu "mütevazı" hediyelere biraz bozulsa da cömert Kral Zamorin, iki yıllık seyrin ardından karaya ayak basan denizcileri yedirdi, içirdi, gezdirdi. Gerekli pazarlıkları yapan Vasco da Gama için asıl hikâye Portekiz'e döndükten sonra başladı. Avrupa'nın Doğu ile ticareti o zamana dek Venedik, Osmanlı ve İran üzerinden yapılırken artık her ikisine de ihtiyaç duyulmuyordu. Osmanlı'nın 1500 yılı itibarıyla ticari hayatına ciddi şekilde olumsuz bir etki yaratan bu keşif, Hindistan için karanlık bir tarih, Portekiz içinse kutlanacak bir hikâye yaratmıştı. Sadece Osmanlı değil, adına tiyatro eserleri yazılan Venedikli tacirler de bu keşfin sonunda işsiz kalmıştı.. Peki ama neydi baharatın o dönemdeki önemi? Her şeyden önce baharat, hava ve sudan sonra geliyor, yaşamsal önem taşıyordu. Mesela masaya konan çilek bile önce şarap, ardından tarçın, ardından muskat kabuğu ve karabiberle tatlandırılıp öyle servis ediliyordu. Bir tarifte ne kadar çok baharat kullanılmışsa, zerdeçalından zencefiline, safranından bademine, sofra o kadar zengin sayılıyordu. Krallar birbirine baharat hediye ediyor, bazı ödemeler altın yerine karabiberle yapılıyor, soylu ailelerin akşam yemeklerinin sonunda altın tepsilerde misafirlere baharat ikram ediliyordu..
Baharat cennetle ilişkilendirildiği, "Cennetten çıkma" kabul edildiği için, cennetin de Doğu'da bir yerlerde olabileceği düşünüldü.. Avrupa tam 500 yıllık baharat tüketiminin sonunda fazlasıyla doymuştu ve artık zenginliğin göstergesi değil, fakir sofraların lezzetsiz yiyeceklerini tatlandıran ucuz şeylerdi baharatlar..
Baharat, altın çağını 12. ve 17. yüzyıllar arasında yaşarken, yerini yavaş yavaş kahveye, çikolataya ve çaya bırakıyordu.. Şekerin bir gramı herhangi bir baharatın kilolarcasına eş değerdi. Yeni tutkular için yeni rotalar belirlendi..
(BEDİA CEYLAN GÜZELCE, "Bir Tutam Avuntu")
(EKTEKİ RESİM: Alfredo Roque Gameria'nın, "Vasco da Gama'nın 1498'de Kozhikode'ye Varışı" adlı 1900 yılında yapılmış tablosu.. Sergilendiği yer : Portekiz Ulusal Kütüphanesi)
Portekizli kâşif Vasco da Gama, 1496'da emrindeki 170 denizci ve dört gemiyle Lizbon limanından yola çıkar. Asıl amaç, Avrupa...
Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı...
Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu… Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı... Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı...
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı... Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'... 'Ne zaman' diye sordu 'Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce... Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'..
‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır... Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...
(PAULO COELHO, "Şeytan ve Genç Kadın") (Osman Aydoğan'ın sayfasından)
Leonardo da Vinci "Son Akşam Yemeği" isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa...
Bu fotoğraf, 1900′lü yılların başında, Belçika Kralı II. Leopold’un Afrika’daki sömürgelerinden biri olan Kongo’da, bir din adamı tarafı...
Cezaevleri sıklıkla "Aydınlanma" sonrası döneme ait bir icat olarak kabul edilse de eldeki olanaklara göre hangi binalar kullanıma uygunsa onları hapishane olarak kullanmak uzun süredir gerçekleştirilmekte olan bir uygulamadır. Örneğin İskoçlar "toll" adı verilen ekstra bir ücret ödenmesi gereken yollardaki gişelerin ihtiyaçtan fazla inşa edilenlerini 1480 yılı gibi eski bir tarihte dahi küçük köylerde nezarethane olarak kullanmış, bu durum da "toll kulübesi" anlamındaki "toll booth" sözcüğünün 17. yüzyıldan bu yana küçük hapishaneleri anlatmak için bir kısaltma olarak kullanılagelmesine yol açmıştır. Bu kulübe benzeri yapılar esasen aidatların ve bu geçiş ücretlerinin ödenmesi ve kamu malına zarar verenlerin gözaltında tutulması için kullanılmış, zamanla sürekli hapishanelere dönüşmüş, İskoç kasabalarının öne çıkan yapıları haline gelmiştir..
(MITCHEL P. ROTH, "Göze Göz / Suç ve Cezanın Küresel Tarihi")
Cezaevleri sıklıkla "Aydınlanma" sonrası döneme ait bir icat olarak kabul edilse de eldeki olanaklara göre hangi binalar kullan...
Lefter efsanesi daha o askerdeyken (1943-1947) oluşmaya başlıyor. Son izne gelişinde, nihayet beklenen antrenmana çıkıyor Fenerbahçe'yle. Bu antrenman öncesi herkesin kendisine adıyla hitap etmesi şaşırtıyor genç ve askerlik yorgunu Lefter'i. Antrenman sonunda A takımla yedek kadro maç yapıyorlar. Lefter karşı karşıya oynayacağı oyuncuları görünce daha da heyecanlanıyor, dizlerinin bağı çözülüyor. Fakat heyecanı oyununa engel olmuyor, orta sahada kaptığı topu neredeyse kaleci dahil altı-yedi kişiyi çalımlayarak kalenin içine bırakması, o ana şahit olanlara bambaşka bir şeyle karşı karşıya kaldıkları hissini veriyor. Ama 30 metreden kaleye bakıp tam çatala gönderdiği şut, belki de herkesten çok arkadaşı Ruhi'yi mest ediyor. O ise bu golleri nasıl attığını bir türlü çözemiyor. Bugün bile (2004 yılı) "Top her zaman oynuyordum, ama birden bire böyle bir performans.. Ben bile şaşırdım," diyor tevazuyla. Maçtan sonra herkes onu beklerken, o alelacele üstünü değiştirip Ada'ya, üç günlük iznini anasının yanında geçirmeye koşuyor. Fakat Fenerbahçe kendisini unutmuyor, unutamıyor.
1947'de, asker dönüşü bir gün, rahmetli Ahmet Tarık Tekçe'nin biraderi Necip Tekçe Kabataş'ta yakalıyor Lefter'i ve koluna girip "Hadi," diyor, "Fenerbahçe'ye gidiyoruz..." Lefter ne olduğunu anlayamadan bu davete icabet etmek zorunda kalıyor, ama gittiğinde gördüğüne o da inanamıyor ; başkan ve birkaç yönetici oturmuş onu bekliyorlar. Yöneticiler onu Fenerbahçe'de görmek istediklerini belirtiyorlar, o ise fazla nazlanmadan bundan şeref duyacağını belirtiyor. Başkan memnun bir ifadeyle Necip Tekçe'ye dönerek "Yoldan geldiniz, acıkmışsınızdır. Şu 10 lirayı al da Lefter'le yemek yiyin," diyor. Necip Tekçe parayı alıyor ve tekrar Lefter'in yanına geliyor. Tam kapıdan çıkarken, Lefter'e göz kırparak geri dönüyor ve "Başkanım peki Lefter'in ev kirası ne olacak ?" diyor. Başkan, "Ne kadarmış bu kira ?" diye soruyor. "3 lira," diyor Tekçe, başkan onu da veriyor. Oysa ki Lefter kirada değil, kendi evinde oturuyor. Lefter Ağabey'in ağzından aktarırsak, "İşte esas olarak ben o 3 liraya Fenerbahçeli oldum," diyor..
(CEM ZAMUR, "Onun Gibisi Gelmedi / Memleket Futbolundan Portreler")
Lefter efsanesi daha o askerdeyken (1943-1947) oluşmaya başlıyor. Son izne gelişinde, nihayet beklenen antrenmana çıkıyor Fenerbahçe'...
Birinci Dünya Savaşında, Doğu Cephesinde, bir süvari mangası keşif amacıyla Rusların tarafına gönderilir. Süvari mangasının ilerlemesi sırasında karşıdan gelen bir Rus süvari bölüğü fark edilir. Türk mangasının başında bulunan çavuş 10 kişinin 100 kişiyle başa çıkmasının zor olacağını düşünerek mangasına döner ve "Benim manga ! Geriye dön. İstikamet, karşı sırtın zirvesi. Dörtnal marş!" emrini verir.
Türk mangası hızlı bir şekilde karşı sırtın zirvesine doğru at koştururken Rus süvari bölüğü de aynı hızda takibe başlar. İki tarafın süvari birlikleri tozu duman katar. Atlarını mahmuzlayarak koşturan Türk mangası zirveye ulaştığında tatsız bir sürprizle karşılaşır. Önlerinde aşılmaz ve sürpriz bir uçurum vardır. Dağın öbür yamacını da hızla geçmeyi düşünen Türk birliği bir anda neye uğradığını şaşırır. Geri dönüp çarpışmaktan başka bir çarenin kalmadığını gören Osmanlı çavuşu bu sefer, "Benim manga ! Geriye dön. Kılıç çek. Hedef düşman süvari bölüğü. Hücuuum ! Dörtnal marş !" komutunu verir.
Rus süvari birliği, Türk mangasının cesaretli bir şekilde geriye dönüp hücuma kalktığını görünce, kısa bir süre şaşkınlık içinde kalsa da, geri dönüp kaçmaya başlar. Koskoca Rus süvari bölüğü önde, on kişilik Türk süvari mangası arkada dörtnal bir takip başlar. Türk mangasının zirveye çıktığında gelmekte olan bir takviye birliğini görerek geri döndüğünü düşünen Rus bölüğü kaçar, Türk mangası kovalar. Yine ortalığı toz duman kaplar. Az önce uçurumu görüp de şaşkınlıktan "Allah Allaaah !" diyen Osmanlı mangası şimdi "Allah Allah !" nidaları ile düşman süvarilerini takip etmektedir. Ruslar can havliyle kaça dursunlar ; kısa süre sonra gerçeğin fark edilebileceğini düşünen çavuş fırsatını bulduğu ilk anda mangasını bölgeden uzaklaştırarak asıl birliğin yanına döner..
(Emekli Orgeneral M.HİKMET BAYAR, "Askerler de Güler")
Birinci Dünya Savaş ında, Doğu Cephesinde, bir süvari mangası keşif amacıyla Rusların tarafına gönderilir. Süvari mangasının ilerlemesi ...
Bir azınlığın zor kullanarak ve beklenmedik bir biçimde hareket ederek, anayasal olmayan araçlarla devlet iktidarına hamle yapmasına "darbe" denir.. Modern tarihteki ilk "imalatı" Fransa'da olduğundan "coup d'Etat" sözcüğü çeşitli dillere geçmiş, askeri darbeye ise daha ziyade "putsch" denmiş..
"Coup d'Eta" siyasal literatüre Napoléon adlı bir "aile markası" olarak girmiştir. Modern siyasal tarihteki birçok terim Fransız Devrimi'nin ürünü olduğu gibi, bu da devrimin kaderi 1793'de belirlendikten sonra ortaya çıkmıştır. 1789'dan on yıl sonra, 8 Kasım 1799'da 30 yaşındaki General Napoléon Bonaparte, eski rejimin ve kralın dönüşünü engellemek için Direktuvar rejimine son vererek darbe yapar.. 1848 Devrimi'nin ardından, bu kez 2 Aralık 1851'de, yeğeni Louis-Napoléon Bonaparte, bir sonraki yüzyılda sıkça rastlanacak "serseri güruhun siyasete zorla ve hileyle müdahale etmesi"ne bir örnek oluşturacak olan 10 Aralık çetesi ile, modern sınıfların siyasete ağırlığını koyamadığı bir dönemde, "kılıç, bıyık ve üniforma" diyerek devlete el koyacaktır.. Huzur ve sükun adına sureti haktan görünerek, dönemin bir takım demokratik haklarını askıya alarak toplumu zapturapt altına alan modern darbeler silsilesinin ağırlık merkezi böylece Fransa olmuştur.. Artık modern tarihte "durumdan vazife çıkarmak" konusunda mahir olan zabit-katip tayfası, toplumu hizaya sokmak için özellikle siyasal istikrarsızlık dönemlerinde sık sık sahneye çıkacaktır..
MASİS KÜRKÇÜGİL
Bir azınlığın zor kullanarak ve beklenmedik bir biçimde hareket ederek, anayasal olmayan araçlarla devlet iktidarına hamle yapmasına ...
İsviçre'nin parayla özel bir ilişkisi vardı. Örneğin 18. yüzyılda Fransız düşünür Voltaire okurlarına şu tavsiyede bulunmuştu : "İsviçreli bir bankerin pencereden atladığını görürseniz hemen siz de peşinden atlayın. Paranın nerede olduğunu ondan iyi bilen yoktur !.." Ülkenin bankacılık şöhreti, 16. yüzyıl sonunda Fransa'dan kovulan Protestanların İsviçre'nin Cenevre kentine yerleşip burada kendilerini bankacılığa vermesiyle bütün Avrupa'ya yayılmıştı. Fransa Kralı XIV. Louis'nin, ülkesinden attığı bu kişilerle daha sonra yoğun bankacılık ilişkileri kurması, paranın renginin olmadığını gösteriyordu..
(AYŞEN GÜR, #tarih dergi, 2016/Mayıs)
İsviçre'nin parayla özel bir ilişkisi vardı. Örneğin 18. yüzyılda Fransız düşünür Voltaire okurlarına şu tavsiyede bulunmuştu : ...
Amerikan yerlilerinin, Avrupa ile ilişkilerinin başladığı dönemlerdeki alkol tüketim alışkanlıkları söz konusu olduğunda, sarhoşluk ve bundan kaynaklanan şiddet olayları devamlı olarak gündeme geliyordu.
1630'larda bir Cizvit misyoneri olan Paul Le Jeune bir yorumunda "barbarlar her zaman doyumsuz olmuşlardır ama Avrupalılar geldikten sonra hepsi sarhoş gezmeye başladılar (...) içmekten geri duramıyorlar, sarhoş olmaktan ve başkalarını sarhoş etmekten gurur duyuyorlar" diyordu. 1660'lara gelindiğinde, Québec piskoposu yerel halka alkol satan tacirlerin aforoz edilmesini emretmişti.
Misyonerlerin alkolle ilişkilendirdikleri sorunların başında Amerikalı yerlilerin Hristiyanlığa geçmesine yönelik çalışmaları zorlaştırması geliyordu. Sarhoş yerliler hakkındaki bu yorumlar sonucunda, Amerikan yerlilerinin doğaları gereği sarhoş olmaya Avrupalılardan daha meyilli olduğu ve sarhoşluğun yerli halk arasında göçmenlere göre daha hızlı yayıldığı şeklinde tanımlanan bir "sarhoş Kızılderili" imajı oluşmuştu. Tabii ki bazı yerliler sarhoş oluyordu ve bazıları da sarhoşluk nedeniyle şiddet olaylarına karışıyordu. Ama her ne kadar, aktarılan olayların görgü tanıkları varmış gibi gösterilmektediyse de bu yorumların kesin olarak doğru olup olmadığının ve sarhoşluğun ne sıklıkla şiddete yol açtığının bilinmesi mümkün değildi.
Alkol kullanan Amerikan yerlilerinin genel olarak aşırıya kaçtıkları şeklindeki varsayımdan yola çıkan bazı bilim adamları genetik bir iddiada bulunarak Amerikan yerlilerinin alkole Avrupalılardan farklı şekilde tepki verdiklerini ileri sürmüşlerdi. Ama bu konuda ortaya koyabilecekleri herhangi bir kanıt yoktu. Ayrıca Amerikan yerlileri arasında da bu konuda farklılıklar gözlemlenmesi bu iddiayı çürütüyordu. Burada akılda tutmamız gereken önemli bir konu var : Avrupa toplumları alkol tüketim kültürlerini binlerce yıl içinde geliştirmişlerdi...
(ROD PHILLIPS, "Alkol Tarihi")
Amerikan yerlilerinin, Avrupa ile ilişkilerinin başladığı dönemlerdeki alkol tüketim alışkanlıkları söz konusu olduğunda, sarhoşluk ve bu...
1821'de Yunanlılar, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklandılar. Bu ayaklanma İngiltere'nin liberal ve romantik çevrelerinde büyük sempati topladı, hatta şair Lord Byron isyancılarla birlikte savaşmak için Yunanistan'a gitti. Öte yandan, Londralı finansçılar burada bir fırsat da gördüler. İsyanın liderlerine Londra borsasında işlem görebilecek Yunan isyanı senetlerini teklif ettiler. Eğer bağımsızlık kazanılırsa Yunanlılar bu senetleri faiziyle birlikte ödemeyi kabul edecekti. Bireysel yatırımcılar da kâr elde etmek için veya Yunanlıların davasına sempati duydukları için (ya da ikisi birden) bu senetlerden aldılar. Yunan isyanı senetlerinin Londra borsasındaki değeri, Yunanistan'ın savaş meydanındaki başarılarına ve başarısızlıklarına göre inip çıktı. Türklerin zamanla savaşta üstün geldiği ve isyancıların yenilmesi an meselesi olduğunda, hissedarlar tüm paralarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldılar. Onların çıkarı milli çıkar anlamına geldiğinden, İngilizler uluslararası bir filo hazırlayarak Osmanlı'nın ana donanmasını 1827'de Navarin'de batırdı. Sonuçta, yüzyıllardır süren boyunduruktan sonra Yunanistan nihayet özgürdü, ancak özgürlük ülkenin asla ödeyemeyeceği bir borç yükü karşılığında elde edilmişti. Bağımsızlıktan sonra Yunan ekonomisi, on yıllar boyunca İngiliz finansörlere bağımlı kaldı..
(YUVAL NOAH HARARI, "Hayvanlardan Tanrılara Sapiens")
1821'de Yunanlılar, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklandılar. Bu ayaklanma İngiltere'nin liberal ve romantik çevrelerinde ...
1854'de, İngiliz Parlamentosu yüz altmış yıl boyunca uygulanmış Pencere Vergisi'ni kaldırdı. Verginin halk arasındaki adı Güneş ve Hava Vergisiydi.
Vergi pencere adedine göre hesaplanıyordu, önceleri pek keseye zarar bir şey değildi, fakat 1780'de Kral III.William'ın Başbakanı Pitt'in imzasıyla pencerenin fiyatına oranlı vergi uygulanınca, matrah yüzde 300'e fırladı.
Ev sahipleri biriket-tuğla örerek pencereleri kapattılar, evlerin birer tane penceresi kaldı. İngiliz Doktorlar Birliği ateş püskürüyordu, güneş ve hava girmeyen eve ölüm girer diye; dinleyen kim! Sonunda verem başta olmak üzere hastalıklar çoğalınca bunun sosyal maliyeti vergi toplamını aştı, vergi iptal edildi.
Sitemize Yardımda Bulun
1854'de, İngiliz Parlamentosu yüz altmış yıl boyunca uygulanmış Pencere Vergisi'ni kaldırdı. Verginin halk arasındaki adı Güne...
Avrupa’yı ziyaret eden ilk ve son padişah olan Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Avrupa’da geçen günler heyettekiler için heyecan vericidir. Heyette yer alan Hafız Ömer Faiz Efendi son derece samimi, cesur, açık sözlü biridir. Dönüşte Sadrazam ve paşaların da yer aldığı bir toplantıda Avrupa seferi ve “Batı’nın nesini alalım...” konusu tartışılırken Ömer Faiz Efendi söze: "Paşa hazretleri bu memleketlerden her şeyi alalım, hatta Müslümanlığı bile alalım," diye girer... Sadrazam dahil herkesi şaşırtan sözlerine Faiz Efendi şöyle devam eder: "Evet Paşa hazretleri, evet efendimiz. Müslümanlığı da bu memleketlerden alalım, çünkü onlar ilim irfan medeniyet çalışkanlık, adalet, müsavatları ile Müslümanlığın asıl emirlerini Hristiyan oldukları halde tatbik ediyorlar, yani bilmeden hidayete mazhar olmuşlar... Cehaleti bırakıp ilmi, iptidailiği bırakıp medeniyeti, tembelliği bırakıp çalışkanlığı, el emeği biçareliğini bırakıp makineyi, şehirlerde ve köylerde pisliği bırakıp temizliği, üfürüğü bırakıp ilacı, deveyi bırakıp treni, yelkeni bırakıp uskurlu gemiyi alır, kadın erkeğimizle birlikte hem dinin hem devletimizin bekasını ve izzü şan ile devamını temin ederiz.”
(Sultan Aziz’in Avrupa Günlüğü - Cemal Kutay, s.113)
SİTEMİZE YARDIMCI OLMAK İÇİN TIKLAYIN
Avrupa’yı ziyaret eden ilk ve son padişah olan Abdülaziz’in 1867 yılındaki bu gezisi 47 gün sürer. Avrupa’da geçen günler heyettekiler iç...